İKRA (OKU)..!

Ve derken bir gün… Nûr Dağı’nda nûrlar buluşmuştu. Artık Nûr’un, Nûr’u karşılama mevsimi gelmiş; semavi olanı, arzî olanını kucaklayacak ve “OKU!” diyecekti. 
Dağ ve taşın, taşımaktan âciz kaldıkları bir mesuliyetin konulmasıydı bu omuzlara… Vazifenin karşısında hissedilen ağırlık, dayanılacak gibi değildi.
Aynı zamanda neyi okuyacaktı? Okuma- yazma bilmiyordu ki! Rabbinden başka ufkunu dolduracak ikinci bir mercii olmamıştı O’nun.
-Ben okuma bilmem ki!
Cibril, yaklaşmış ve yeniden kucaklamıştı. Takatini zorlayacak kadar sıkıyor ve ardından bırakarak yine:
-Oku! -Ben okuma bilmem ki!
Belli ki bu işin arkasında başka bir mesele vardı. Çünkü Cibril yeniden yaklaşıyor ve belinden kavrayarak sıkıyor, bırakıyordu.
-Oku!
-Ben okuma bilmem ki! Ne okuyayım? 
Nihayet, mesele çözülecek gibiydi. Kucakladığı Habîb-i Zîşân’ı bırakan Cibril şunları söylüyordu.
-Yaratan Rabbinin adıyla oku! O ki, insanı yapışkan bir hücreden yarattı. Oku ki, o Rabbin, sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı ve insana bilmediği şeyleri öğretendir O. 
Mesele şimdi anlaşılmıştı; çünkü Rabb-i Rahîm’in adıyla olunca, her şey okunurdu, göze çarpan ve kulağa gelen her şey okunmak için yaratılmıştı. İnsanın önünde duran her bir varlık, yaratıcısını anlatan birer âyet olarak arz-ı endam ediliyordu ve şuurlu varlık olan insanın, bu dili çözebilmesi için de, varlığı iyi okuması gerekiyordu. Bugüne kadar yanlışlıklarına şahit olduğu insanlığın, bundan sonra doğruyu bulması konusunda rehberlik vazifesi kendisine verilmişti. Dünyayı Rabbin arzuladığı istikamette yeni bir boya ile tanıştırıp herkesi Rahmânî bir kıvama davet edecekti. Bütün insanlığı kucaklayacak bir vazife, risalet vazifesi O’na verilmişti ve O’da bu vazifeyi yerine getirecekti.

 

Yorum yapın